19 Haziran 2025 Perşembe
Tanısız, Yanıtsız, Yalnız: Görmezden Gelinen Ağrılar
Kronik hastalıklar; bireyin yaşam kalitesini uzun süreli olarak etkileyen, tamamen iyileşmeyen ancak yönetilebilen, genellikle yavaş ilerleyen sağlık sorunlarıdır. Kalp-damar hastalıkları, diyabet, astım, romatizmal rahatsızlıklar ve son yıllarda öne çıkan uzun COVID, disotonomi ve ME/CFS gibi sendromlar bu gruba dâhildir. Bu rahatsızlıklar enfeksiyonlar, genetik yatkınlık, çevresel etkiler, yaşam tarzı faktörleri ve kronik stres gibi çok sayıda etkenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar.
Ancak Türkiye’de hız ve nicelik odaklı işleyen sağlık sisteminde, bu tür karmaşık hastalıklar sıklıkla göz ardı ediliyor. Hekimlerin dakikalarla sınırlı hasta görüşme süresi, ağır iş yükü ve tanı koymayı kolaylaştıran net biyobelirteçlerin olmayışı, hastaların yaşadığı derin ağrıların psikolojik sebeplere indirgenmesine yol açabiliyor. Sonuçta bu bireyler çoğu zaman "senin bir şeyin yok" gibi dışlayıcı ifadelerle sağlık hizmetlerinden uzaklaşıyor.
Sosyal Hizmet Bölümü öğretim üyesi Dr. Öğr. Üyesi Emrah TÜNCER’e göre bu durum yalnızca bir sağlık hizmeti açığı değil, aynı zamanda ciddi bir sosyal adalet sorunu: “Kronik hastalıklara sahip bireyler yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve sosyal olarak da görünmezleştiriliyor. Tıbbi tanı alamadıkları için sosyal yardımlardan ve rehabilitasyon hizmetlerinden de yararlanamıyorlar. Oysa sosyal hizmet mesleği tam da burada devreye girer: Görünmeyeni görünür kılmak, dışlananı merkeze taşımak için.”
Dr. Tüncer, sosyal hizmet uzmanlarının hastane, aile sağlığı merkezi ve toplum temelli sağlık uygulamalarında daha aktif görev alması gerektiğini vurguluyor. “Sosyal hizmet uzmanları, hekimin zaman baskısı nedeniyle gözden kaçırdığı sosyal ve duygusal sinyalleri yakalayabilir; hastanın yaşam koşullarını, destek sistemlerini ve bakım ihtiyacını değerlendirerek gerekli yönlendirmeleri sağlayabilir” diyor.
Yurt dışında, özellikle Avusturya gibi sosyal refah sistemlerinin gelişmiş olduğu ülkelerde bu konuya daha bütüncül yaklaşılıyor. Örneğin Viyana’da uzun COVID, romatizma veya yorgunluk sendromu gibi rahatsızlıklarla yaşayan bireyler için oluşturulan rehabilitasyon merkezlerinde, bireyler sadece fiziksel tedavi değil; havuz, egzersiz, psikolojik destek ve sosyal faaliyetlerle destekleniyor. Böylece yalnızca hastalık değil, bireyin bütün yaşamı merkez alınarak bakım veriliyor.
Türkiye’de ise bu yaklaşımın oldukça gerisindeyiz. Sağlık Bakanlığı verilerine göre aile hekimlerinin %60’ı, aile sağlığı elemanlarının ise %77’si yüksek iş yükü altında çalışıyor. Bu durum sadece kronik hastalıklara değil, tüm hasta gruplarına ayrılan süreyi kısıtlıyor. Bu tabloya, son olarak 15 Haziran 2025 itibarıyla yürürlüğe giren yeni bir uygulama da eklendi: Aile hekimliklerinden alınacak bazı sağlık raporları (ehliyet, sporcu, hac/umre, durum bildirir vs.) ücretli hale getirildi. Ancak bu uygulama kamuoyunda, sanki alınan ücret doğrudan hekimlere aktarılıyormuş gibi yanlış bir algı yarattı. Bu da sağlık çalışanlarını daha da yalnızlaştıran, onların emeğini değersizleştiren bir dışlayıcılığa neden oluyor.
Dr. Tüncer'e göre çözüm yalnızca daha fazla personel istihdamı değil, aynı zamanda hasta merkezli, disiplinlerarası, sosyal adaleti gözeten bir sağlık yaklaşımının kurulmasıdır: “Bu tür hastalıkların yönetimi; sadece hekimin değil, sosyal hizmet uzmanı, psikolog, fizyoterapist ve hemşirenin birlikte çalıştığı bir sistemi gerektirir. Eğitim ve sağlık politikalarının daha bütüncül bir çerçevede ele alınması gerekiyor. Hekimleri suçlamak değil, onları destekleyecek yapılar kurmak zorundayız.”