Viyana’da, Tuna Nehri’nin sesi arasında, bu kadim inancın modern ve yürek burkan bir yankısı uzanır: Friedhof der Namenlosen, yani “İsimsizler Mezarlığı.” Burası, Tuna'nın taşıdığı kimliksiz bedenlerin sessizce toprağa verildiği yerdir. Bir bakıma, Charon’un unuttuğu yolculara açılan son bir kapı yani. 1840’tan 1940’a kadar Tuna'nın kıyıya vurduğu yaklaşık 600 kişinin son durağı olur burası. Aralarında çocuklar, kadınlar, yaşlılar, gençler; savaşlardan kaçanlar, yoksulluğa yenilenler, sürgüne gönderilen ya da kendi seçimiyle hayata veda edenler... Hepsinin ortak noktası, isimlerinin artık bilinmiyor oluşu.
Bu mezarlığa ulaşmak bile başlı başına ruhta iz bırakan bir deneyimdir. Viyana’nın o zarif, ışıl ışıl merkezinden ayrılıp, şehrin gürültüsü yavaş yavaş sessizliğe bürünürken, kendinizi Tuna’nın güney limanına doğru bulursunuz. Yollarda pek işaret yoktur; sanki bu yer, kendini kolayca göstermek istemeyen bir sırrı barındırır. Birkaç aktarma yapıp en az 10 dakika yürürsünüz. Bu noktada, yol, devasa buğday depolarının ve çimento fabrikalarının içinden geçer. Beton yığınları arasında yürürken, bir mezarlığa değil de, terk edilmiş, unutulmuş bir sanayi bölgesine ilerlediğiniz hissine kapılırsınız. Bu tezat, mekânın etkisini katlayarak artırır: Friedhof der Namenlosen, sadece kimliği belirsiz ölülerin değil, unutulmuşluğun ve modern dünyanın görünmez kıldığı her şeyin bir sembolüdür de.
Tuna Nehri, Avrupa'nın kalbinden geçen, medeniyetleri ve kaderleri birbirine bağlayan kadim bir nehirdir. Yüzlerce yıl boyunca ticaretin, göçlerin ve savaşların sessiz tanığı olur. Aynı zamanda bir sınırdır; bazen kaçış yolu, bazen bir yaşam köprüsü, bazen de bir son durak. Nehir, zamanla, kendiyle birlikte pek çok bedeni de sürükleyip kıyıya taşır. Bazıları kaza kurbanı, bazıları cinayet mağduru, bazıları ise hayata dayanamayıp kendini sulara bırakanlardır. Ne yazık ki pek çoğu tanınamaz, kim oldukları, nereden geldikleri bir sır gibi kalır ve kayıtlara sadece “isimsiz” olarak geçer. Bu isimsizler, Balkanlar'dan, Orta Avrupa'nın derinliklerinden, nehrin geçtiği sayısız köyden ve şehirden geçip viyana’da kıyıya vurur.
Mezarlığın eski kısmı, 1840 ile 1900 yılları arasında kullanılır ve nehir taşkınları nedeniyle zamanla sulara gömülüp terk edilir. Ancak bu unutuşa karşı bir direniş başlar. 1900’de, Albin Hirsch adlı duyarlı bir adamın ve bazı gönüllülerin çabasıyla yeni bir mezarlık alanı düzenlenir. Bu alana 104 kimliği belirsiz kişi daha toprağa verilir. 1940’tan sonra Tuna'nın yönünün değişmesiyle mezarlık aktif olarak kullanılmaz, ama asla terk edilmez; titizlikle korunmaya devam eder. Viyana Belediyesi buraya özel bir statü tanır. Ne var ki, bu hüzünlü ve çarpıcı yeri çok az insan bilir, ziyaret eder ya da buraya ulaşmak için o dolambaçlı yolları kat etme zahmetine girer.
Mezarlığın en dikkat çekici öykülerinden biri Josef Fuchs adlı gönüllü mezarcıya ait. Fuchs, yıllar boyunca bu kimliksiz ölüleri tek tek toprağa verir. Her biriyle özel olarak ilgilenir, onları sahipsizmiş gibi değil de, yakınını kaybeden biri gibi uğurlar. Çoğu vakada kimliklerini tespit etmeye çalışır, bazen bu bilinmezliği aşmayı başarır ve onlara birer isim iade eder. Emekli olduktan sonra bile mezarlığı bırakmaz, 90 yaşında vefat edene dek gönüllü olarak oraya bakmaya devam eder. Viyana Belediyesi onu Altın Liyakat Nişanı ile onurlandırır. Fuchs’un adı bugün mezarlığın küçük şapelinde yer alan bir anı plaketinde yaşar. Onun adanmışlığı, insanlık onurunun her koşulda korunması gerektiğinin güçlü bir kanıtıdır belki de.
Her yıl Azizler Günü’nden sonraki ilk Pazar günü, bu sessiz mezarlıkta küçük ama anlamlı bir gelenek sürer. Albern Balıkçılar Kulübü tarafından hazırlanan, çiçekler ve mumlarla süslenmiş bir sal, Tuna’nın gri sularına bırakılır. Sal, nehrin üzerinde ağır ağır süzülürken üzerinde “Tuna Nehri’nin Kurbanlarına” yazan sembolik mezar taşını taşır. Bu sessiz tören, mezar taşları olmayanlara, adı anılmayanlara adanmış bir hatırlamadır.
Kısacası Friedhof der Namenlosen, bir mezarlıktan çok daha fazlasıdır. Sessizliğin içinde, anlatılmamış yüzlerce hikâyeyi barındırır. Burası, sadece ölümle değil, insan onuruyla ilgilidir. Kimliksiz bir bedeni toprağa vermek, ona geç kalınmış bir tanıklık sunmaktır. Bu yönüyle mezarlık, toplumsal belleğin kırılganlıklarına, dışlanmanın sürekliliğine ve unutuşun gücüne dair güçlü bir semboldür. Bir ismin yitimi, sadece bir kişinin değil, insanlık ailesinin ortak hafızasının bir parçasıdır.
Bir gün oraya vardığınızda kimseyle karşılaşmayabilirsiniz. Etraf çoğu zaman boştur, üzerinize yalnızlık çöker. Ama Tuna’nın sesi hâlâ duyulur. Rüzgar, haçların arasından geçerken bir şeyler fısıldar. Belki bir isim, belki bir ağıt, belki de sadece bir soru:
Bir insan, adı anılmadığında gerçekten var olmuş sayılır mı?
Dr. Öğr. Üyesi Emrah Tüncer